20 Haziran 2014 Cuma

Allah’ın Beşer Resûlü

“Fesubhânallâh! Ben Beşer Peygamberden Başka Bir Şey miyim?” (İsra, 17/93)
Tarih sürecinde peygamberlere karşı geliştirilen yanlış tutumlar, indirgemeci ve aşırı yüceltmeci olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan birincisine örnek, Yahudilerdir. Onların birçoğu peygamberlerine gereken değeri vermemiş, onlara iftiralar atmış, sıradan bir insana gösterdikleri sevgiyi, saygıyı onlardan esirgemişlerdir. Ve nihayetinde peygamberlerini öldürecek gaddarlığı sergileyebilmişlerdir.
İkincisine örnek ise Hıristiyanlardır. Onlar Yahudilerin zıddına Peygamber (İsa aleyhisselâm) sevgisinde aşırıya kaçmışlar ve bir zaman sonra onu tanrı edinmişlerdir. Kur’an’da kendilerinden ehl-i kitap olarak bahsedilen Yahudi ve Hıristiyanlar, peygamberlere karşı gösterilen davranışların iki aşırı ucunu oluşturmuşlardır.1
Bu iki grubun dışında kalan milletlere de peygamberler gönderilmiştir. İnanmayanlar veya müşrikler olarak adlandırdığımız bu gruplar, ehl-i kitabın aksine kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberlerin beşer olma özelliğini dillerine dolamışlardır.
İslam dünyasında da zaman zaman iki aşırı ucu temsil eden indirgemeci ve aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurlarına rastlanmaktadır. Bu makalede Hıristiyanların İsa aleyhisselâm konusunda sergiledikleri aşırı tutumları ile inanmayanların Peygamberlerin beşer oluşuna karşı geliştirdikleri söylem, İslam dünyasında karşılaşılan bazı yanlış durumlarla mukayese edilmek sureti ile incelemeye tabi tutulacaktır. Yahudilerin ve -az da olsa- bazı Müslümanların gösterdiği indirgemeci peygamber tasavvuruna bu makalede değinilmeyecektir.
1. BİR MÜŞRİK ARGÜMANI: MELEK PEYGAMBER
Dini tebliğ etmek için gönderilen peygamberlerin birer beşer / insan olmalarını, inanmayanlar bir türlü kabullenmek istememişlerdir. Ta Nuh aleyhisselâm zamanında başlayan bu kabullenemeyiş, son peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelinceye kadar böyle devam etmiştir. Nuh aleyhisselâm, kavmine elçi olarak gönderildiğinde ona şöyle itiraz edilmişti:
Biz Nuh’u, kendi kavmine elçi gönderdik. “Ben sizin için açık bir uyarıcıyım” dedi. Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye uyarıyorum. Çünkü ben üzerinize gelecek acıklı bir günün azabından korkuyorum. Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz…” (Hûd, 11/25-27)
Bu tür itirazlar sadece Nuh aleyhisselâmın kavmi ile sınırlı değildi. Hûd aleyhisselâmın kavmi olan Âd, Sâlih aleyhisselâmın kavmi Semûd ve onlardan sonra gelen peygamberlere de kendi kavimleri hep aynı itirazda bulundular: “Sizin bizden ne farkınız var ki? Siz de bizim gibi bir insansınız.” Bu durum ayetlerde şöyle anlatılmıştır:
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni tanımıyoruz/kabul etmiyoruz ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.
Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!” (İbrâhîm, 14/9–10. Benzer ayetler için bkz: Teğâbün, 64/5-6)
Zaman geçmiş, kavimler ve peygamberler değişmiş, sıra Mekkelilere gelmişti. Onlar da tıpkı kendilerinden önce inanmayanların peygamberlerine karşı çıktıkları gibi peygamberimize karşı çıkmış ve aynı sözleri onun için söylemişlerdi:
“Bu elçinin özelliği ne ki? O da yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor! Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (Furkân, 25/7)
“Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, hep al[aya alarak, kalpleri oyuna – eğlenceye dalarak dinlemişlerdir. O zalimler şöyle fısıldaştılar: Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?” (Enbiyâ, 21/2–3)
Allah’ın peygamberleri için sarf edilen bu kabullenememe cümleleri, inanmayanların iman etmeleri yönündeki en büyük engeldi:
“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: “Allah elçi olarak bir beşer mi gönderir?” (İsrâ, 17–94)
Bir beşere vahiy inmesini kabul etmeyen bu aklın sadece peygamber tasavvuru değil, aynı zamanda Allah tasavvuru da bozuktur. Çünkü Allah Teala bu tür iddialarda bulunanların, kendisini gereği gibi tanı-ya-madıklarını bildirmiştir:
“Onlar «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle, Allah’ı gereği gibi tanıyamamışlardır…” (En’âm, 6/91)
Bu itirazlar inanmayanlar açısından bir parça makul görülebilir. Zira inanmamaları için aradıkları bahanelerin en büyüğünü bu cümlelerde bulabiliyorlardı. Bu akla göre Allah, insanlar içerisinden bir peygamber göndermez fakat gönderse bile bunu mutlaka ileri gelenlerden (mele’) seçerdi!2) Bu da olmazsa, onlara göre geriye tek bir seçenek kalıyordu: Melek Peygamber! Şöyle demişti Nuh aleyhisselâmın kavminin inkârcı ileri gelenleri:
“Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” (Mu’minûn, 23/24)
Ayette görüldüğü gibi bu kavim “biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık” diyerek bir beşerin peygamber olmasını kabullenemiyorlardı. Hâlbuki söyledikleri bu söz, bir yalandan ibaretti. Zira Allah onlardan önce hiçbir kavme melek peygamber göndermemişti.
Aslında peygamberlerin meleklerden olmasını isteyenlerin unuttukları bir başka gerçek vardı: Kendileri insandı!
“De ki: “Yeryüzünde dolaşanlar melek olsaydı ve oraya yerleşmiş bulunsalardı, biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsrâ, 17/95)
Bir beşerin değil de bir meleğin peygamber olmasını isteyen anlayış, hayat dışı, gündem dışı kalacak bir peygamber isteğini yansıtmaktadır. Çünkü peygamber bir melek olursa “canım, o bir melek, biz nasıl onun yaptıklarını yaparız! O kim, biz kimiz” denilerek örnek alınması mümkün olmayacaktı. Bu da örneksiz, modelsiz, pratiğe dökülememiş bir din ile metbûiyyeti sorgulanacak ve bunun neticesinde hayatın dışında kalacak bir peygamber ortaya çıkaracaktı. Hâlbuki yaptığı her şeyi güzel yapan Allah, böyle bir şeye imkan vermemiş, beşer cinsine yine kendi cinsinden beşer peygamberler göndermiştir.
2. HIRİSTİYANLARIN AŞIRI TUTUMLARI
Buraya kadar örnekleri sunulan itirazlar, peygamberlere inanmayanlar tarafından yapılıyordu. Peki, inananlar tarafından peygamberlerin beşer oldukları gerçeğine nasıl bakılmıştır? Bu sorunun cevabını araştırdığımızda ilk olarak Hıristiyanlarla karşılaşıyoruz:
Onlar, peygamberleri konusunda öylesine aşırı gitmişlerdir ki sonunda onu tanrı edinmişlerdir. Şu anki Papa 16. Benediktus (Joseph Ratzinger) başkanlığında kurulan bir heyet tarafından hazırlanan ve bir önceki Papa 2. Jean Paul’ün imzasıyla yayımlanan Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri adlı kitaba göre: “İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.”3
Hıristiyanlar bu fikre şu an ellerinde bulunan İncil’den ulaşmışlardır. Çünkü İncil bütün her şeyin İsa için yaratıldığını belirtir. Pavlus’un Koloselilere Mektubu’nda bu, şöyle anlatılır:
“Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur.
Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O’nda yaratıldı. Her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için yaratıldı.
Her şeyden önce var olan O’dur ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.” (Koloseliler, Bölüm 1: 15–17)
“Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da -nitekim pek çok «ilah», pek çok «rab» vardır- bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O her şeyin kaynağıdır, bizler O’nun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, O da İsa Mesih’tir. Her şey O’nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz.” (1.Korintliler Bölüm 8: 5–6)
Görüldüğü gibi İncil, yaratılan her şeyin İsa’nın aracılığı ile ve onun için, onun yüzü suyu hürmetine(!) yaratıldığını belirtmektedir. Öyleyse bugün böyle bir anlayışa sahip olan Hıristiyanlar, kendilerince haklı sebeplere dayanmaktadırlar! Zira –her ne kadar biz Müslümanlara göre muharref de olsa- onların mukaddes bildikleri, Allah’ın kitabı olarak kabul ettikleri kitapları, İsa’yı onlara böyle tanıtmaktadır! Bugün sıradan bir Hıristiyan’a “siz neden İsa hakkında böyle düşünüyorsunuz?” diye sorulsa onun vereceği cevap “çünkü bizim kitabımızda İsa böyle tanıtılmaktadır” olacaktır. Doğrudur; -biz kabul etmesek bile- bugün ellerinde bulunan kitapları onlara İsa’yı böyle tanıtmaktadır.
3. İLGİNÇ BENZERLİK: HAKÎKAT-İ İSEVİYYE – HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYE
Müşriklerin ve Hıristiyanların yanlış Peygamber tasavvurunu gördükten sonra “peki, Müslümanlarda durum nasıldır?” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Ne yazık ki peygamber hakkındaki “bu yanlış inanç, (bazı) Müslümanların inancına da karışmıştır.”4 Mesela halk arasında oldukça yaygın olan ve hadis-i kutsî olarak bilinen fakat hadis âlimleri tarafından açıkça “uydurma (mevdû’ = موضوع)”)5 olduğu belirtilen “sen olmasaydın… Sen olmasaydın… Ben kâinatı yaratmazdım (لولاك لولاك لما خلقت الأفلاك = levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk)” sözü bu iddiayı haklı çıkarmaktadır. Çünkü bazı Müslümanlar tarafından aslı astarı olmayan bu rivayete dayanılarak ilk yaratılan şeyin hakikat-ı Muhammediye olduğu, her şeyin ondan ve onun adına yaratıldığı iddia edilmiştir. Tıpkı Hıristiyanların İsa için dedikleri gibi! Muhyiddin İbnü’l-Arabî başta olmak üzere birtakım sûfîler tarafından ortaya atılan ve geliştirilen hakikat-i Muhammediye inancı, kısaca şöyle özetlenebilir:
“Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Muhammediyye adı verilir. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk = خلق) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır.
Hz. Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir (yaratılmıştır) Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. (…) Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. (…) (Muhyiddin) İbnü’l-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zâhir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir.6
Menşeinin Yeni Eflatunculuktaki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ve bunun önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülen7 bu anlayışın, Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvuru ile ne kadar uyuştuğu sorgulanmalıdır. Nitekim başta hadis ulemâsı ve Hanbelîler olmak üzere birçok âlim, Hz. Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının onu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir.8
4. AŞIRILIK KARŞISINDA PEYGAMBERİMİZİN TUTUMU
Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisi hakkında aşırı gitmemeleri konusunda zaman zaman sahabe-i kirâmı uyarmış, kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Hadis kitaplarında bu konu hakkında birçok hadis bulunmaktadır. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir ku­lum. Onun için bana (sadece) Allah’ın kulu ve resûlü deyiniz.”9
Enes b. Malik radıyallâhu anh’ın rivayet ettiği bir hadise göre bir adam Peygamberimize “ya seyyidî / ey efendim, ey efendimin oğlu! Ey bizim en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu! Diye seslenmişti. Buna cevaben Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resulüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.”10
Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Seleme radıyallâhu anhâ’dan gelen bir rivayet şöyledir: Resûlullah, Ümmü Seleme’nin odasının kapısı önünde şiddetli bir kavga işitti ve dışarı çıkıp kavga edenlere şöyle dedi:
“Şüphesiz ben de sizin gibi bir insanım. Zaman olur ki bana sizden iki hasım gelir de, biriniz haksızken diğerinden daha düzgün konuşmuş olabilir; ben de o düz­gün sözleri doğru sanarak onun lehine hükmedebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir Müslümanın hakkı ile hükmettimse, bilsin ki bu hak ateşten bir parçadır; ister onu alsın, ister bıraksın.”11
Ebû Hureyre radıyallâhu anh’ın rivayet ettiğine göre Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’a şöyle niyazda bulunmuştu:
“Allahım! Muhammed ancak bir beşerdir. Beşerin kızdığı gibi kızar. Ben senden ahid/söz alıyorum. Elbette sen bu ahdi bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla hangi mü’mine eziyet eder, kötü söz söyler veya döversem bunu onun için bir keffâret ve kıyamet gününde onu kendisiyle sana yaklaştıracağın bir ibadet kıl!”12
Bir gün Resulullah sallallâhu aleyhi ve sellem 4 rekâtlık bir namazı 5 rekât kıldırınca ashab-ı kirâm: “Namaza ziyâde mi yapıldı?” Diye sormuştu. Resulullah da cevaben: “Hayır, şayet namaz hak­kında yeni bir şey gelmiş olsaydı, onu mutlaka size haber verirdim. Lâkin ben de sizin gibi beşerim. Siz unuttuğunuz gibi, ben de unuturum. (Bir şey) unuttuğum zaman bana hatırlatınız.” Buyurdu ve yanıldığı için sehiv secdesi yaptı.13
Hadislerden de gayet açık bir şekilde görüldüğü gibi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem kendinin bir beşer olduğunu unutmamaları ve kendisi hakkında aşırıya kaçmamaları yönünde sahabeye uyarılarda bulunmuştur. Çünkü O, bazı konularda olduğu gibi Peygamberlik konusunda da müslümanların ehl-i kitab’ı taklit etmelerinden endişe ediyordu.
Ebu Saîd el-Hudrî radıyallâhu anh’ın bildirdiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de arkalarından gideceksiniz.
Dedik ki; “Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?”
Başka kim olabilir ki! Dedi.”14
Yukarıda İncil’den yapılan alıntı ve bazı Müslümanların İslam adına, Peygamberimizi yüceltmek adına yaptıkları, maalesef Peygamberimizin bu konudaki endişelerinin haklı çıktığını göstermiştir.
“Peygamberimizin her zaman ve her durumda insan olduğu, Allah’ın ancak bir kulu olup yalnız ona kulluk yaptığı açık ve kesin iken, İslam’a mensup kimi çevreler onun hakkında aşırı gitmekte, kulluğa yakışmayan kimi nitelemelerle nitelemektedir. Yüce Allah, onun için ve başkaları için “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer, 39/30) dediği halde kimileri, başka insanlardan ayırarak bedeni ve ruhu ile yaşadığı, insanlar arasında dolaştığı, rüyalarına girdiği veya toplantılarına katılarak kendileriyle konuştuğu, kendisi ile görüşüp hadis rivayetlerinin sahih olup olmadığını kendisinden sorup öğrendikleri, kabrinde diri olup kendisine yapılan seslenmeleri ve duaları işittiği gibi şeylere inanmakta ve seslendirmektedir.”15
Öyle ki yukarıda tanımı verilen hakikat-ı Muhammediye inancında sınır tanımayan bazı sûfîler: “Muhammed’dir cemâl-i Hakk’a mir’ât (ayna), Muhammed’den göründü kendi bizzat” diyerek Allah Teala’nın Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellemin bedeninden bizlere göründüğünü söyleyebilmişlerdir.16 Bununla yetinmeyip işi daha da ileri götürenler olmuştur:
“Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla baş vurur ve “Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!” derler. Arapça’daki “Ahmed” kelimesinin yazılışındaki mim harfi kaldırılırsa, geriye “Ahad” kalır.”17
İlk bakışta peygamberimizin Allah’la bir tutulduğu izlenimini veren bu ifadelere daha dikkatli bakıldığında, durumun zannedilenden daha vahim olduğu görülmektedir. Zira Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) kelimeleri arasında farklı olarak bir mîm (م) harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün âlem o mîm harfinin içindedir!..18 Yani mahiyet itibariyle ‘Ahmed’ (Peygamberimiz) hâşâ ‘Ahad’ (Allah)’dan bir adım öndedir!!
Bir başka sûfi ise şunları söylemiştir:
“Allah (…) Muhammed’deki her hakikati kendi isim ve sıfatlarının hakikatinden yaratmıştır. Muhammed’in nefsini de kendi nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi, kendisidir.”19
Bu alıntıya kitabında yer veren M. İslamoğlu, haklı olarak bu cümleleri şöyle yorumlamaktadır:
“Bu kısa alıntıda Hıristiyanlığın İsa’nın ulûhiyeti inancına benzeyen bir inançla karşı karşıyayız. “Allah, Muhammed’in nefsini kendi nefsinden yaratmıştır” ile “bir şeyin nefsi kendisidir” cümlesi birleştirilirse ne anlam ifade eder? Gerçekten de, tipik bir Hıristiyanlaşma örneği oluşturmaktadır bu metin.”20
Bazı sûfilerden yukarıda alıntılanan bu tür ifadelerin Allah’ın kulu ve elçisi olan beşer peygamber tasavvuru ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını anlamak için insanın bir parça olsun “akletmesi gerekir” dememiz gerekirken, bu inanç sahipleri tarafından karşımıza büyük bir engel çıkarılmaktadır. O da şudur:
“Bunun böyle olduğunu idrak etmek doğrusu pek güçtür, çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur.”21
Hâlbuki diğer taraftan Allah Teala aklını kullanmayanlar hakkında şöyle buyurur:
“Allah aklını kullanmayanların üs­tüne pislik yığar.” (Yûnus, 10/100)
Bir tarafta aklı kullanmaya azami derecede teşvik eden ve akletmeyenleri pisliğe bulaşacakları yönünde tehdit eden Allah’ın ayetleri, diğer tarafta “bu meydanda akıllar kesmez” diyerek aklı devre dışı bırakan zihniyet…
Bir de İslam’ın öğretilerine aykırı bir iş yahut bir durum söz konusu olduğunda “Hz. Muhammed’in karşısına nasıl çıkarız, onun yüzüne nasıl bakarız, ona nasıl hesap veririz?” diyen Müslümanlara da rastlanmaktadır. Bunlara söylenecek sözler şunlardır:
“Hz. Muhammed peygamberlik görevini yapmış ve Hz. Ebu Bekir’in “Kim Muhammed’e tapmışsa, Muhammed ölmüştür.” Dediği gibi, ölmüştür. İnsanlar onun huzuruna değil, Allah’ın huzuruna çıkacaklar ve yaptıklarının hesabını ona değil, Allah’a vereceklerdir. Ceza veya mükafatlarını o değil, Allah verecektir. Mevcut Hıristiyanlık’ta hemen her şey Hz. İsa’dan istendiği ve onun her şeyi yapması beklendiği gibi, Hz. Muhammed insanları yargılamayacak, insanları iyi ve kötü diye tasnif etmeyecek (…) şu veya bu şeylerden veya yerlerden kurtarmayacaktır.”22
5. ALLAH’IN PEYGAMBERİ: BEŞER RESÛL
Allah’ın bizlere öğrettiği sağlam ve her türlü aşırılıktan uzak “beşer peygamber” tasavvurunu gözden geçirmek için yine O’nun sözlerine başvurmak gerekmektedir. Çünkü kendi yarattığı ve peygamber olarak gönderdiği kişileri O’ndan daha iyi tanıyan ve tanıtan hiç kimse olamaz. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed, sadece bir resûldür / elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
“De ki: «Fesubhânallâh! Ben beşer peygamberden başka bir şey miyim?» (İsrâ, 17/93)
“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş­mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18/110)
“Biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, etrafını aydınlatan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb, 33/45–46)
“De ki: «Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uyarım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.» (Ahkâf, 46/9)
“De ki: Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.
De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O’ndan başka sığınacak kimse de bulamam.
Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön­derdiklerini tebliğdir o kadar.” (Cinn, 72/21–23)
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50)
“De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” (A’râf, 7/188)
“Ve seni başka değil, âlemlere bir rahmet olmak için elçi gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107)
Bu son ayete özellikle dikkat çekmek gerekmektedir. Bu ayette Allah Teala Peygamberimizin bir beşer/insan olarak yaratılışını değil, risâletini/elçiliğini ön plana çıkarmaktadır. Yani ayette “biz seni âlemlere rahmet olmak için yarattık” yerine “seni âlemlere rahmet olmak için resul/elçi gönderdik” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi bu iki cümle birbirinden tamamen farklı manalar taşımaktadır. Âlemlere rahmet olan; onun yaratılışı değil; peygamberliğidir. Bu da Peygamberimizin şahsından ziyade risaletinin ön planda tutulması gerektiğini göstermektedir.
Ayetler gayet açık ve net.. Biz, “yüzü suyu hürmetine tüm kâinatın yaratıldığı ve kendisinde Allah’ın tecelli ettiğine” inanılan insanüstü bir peygambere değil; tıpkı bizim gibi bir beşer olan ve bu yüzden bize örnek gösterilen (usve-i hasene), melek olmayan, gaybı bilmeyen, yeri geldiğinde Rabbinden azar işiten23 , -tıpkı bizim gibi- işlediği günahları için tevbe – istiğfar etmesi istenen24 ama bütün bunların yanında büyük bir ahlak sahibi olan25 , risâleti açısından âlemlere rahmet olarak gönderilen ve her yeri bu risâlet nuru ile aydınlatan beşer peygambere iman etmekle mükellefiz.
Çünkü bu, bizim imanımızın ilk şartıdır, olmazsa olmazıdır… Bir kişinin mü’min olabilmesi için öncelikle Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve resûlü/elçisi olduğuna şahitlik etmesi gerekir:
اشهد ان لا اله الا الله واشهد ان محمدا عبده و رسوله
Şahitlik etmek demek, tanıklık etmek demektir. Tanıklık ise olayı hiçbir şüpheye yer vermeksizin görmek demektir. Bu yüzden “ben mü’minim” diyen herkesin, Peygamberimizin Allah’ın resullüğünden önce herkes gibi bir kul (abd) olduğuna tanıklık etmesi yani bunu gözüyle görmüş gibi kesin bir şekilde bilmesi ve inanması gerekir. Onun her şeyden önce bir kul olması ise, aşırı yüceltmeci, beşer üstü bir peygamber tasavvuruna İslam’da yer olmadığının en temel göstergesidir.
Bütün bunlardan sonra bazı yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için şu gerçeği dile getirmemiz gerekmektedir. Peygamberimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in beşer vasfı –M. İslamoğlu’nun deyimiyle- bir gerçeğin yarısıdır. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Dolayısıyla onun beşerliği kulluğuna, peygamberliği de resullüğüne tekabül eder.26 O, muhteşem ahlakıyla, örnek kişiliğiyle (usve-i hasene), mü’minlere olan engin merhamet duygusuyla, adaletiyle, şefkatiyle… bir insan olarak yine herkesten, hepimizden üstündür. Fakat bu üstünlük, çalışıp gayret gösterilmiş ve hak edilmiş bir üstünlüktür. İşte onun bize örnek gösterilmesinin sebebi de budur. Bunu bir kenara bırakarak onu beşer üstü bir varlık gibi görmek ve göstermek, sebebi ne olursa olsun ilk başta Resûlullah’a haksızlıktır, onun örnekliğini yok etmektir. Bu yüzden her Müslüman bütün davranışlarında olması gerektiği gibi bu konuda da dengeli ve dikkatli olmalı, Resûlullah’ı Allah’ın tanıttığı şekilde tanımalı ve her durumda onu örnek alarak yaşamaya çalışmalıdır.
Yahya ŞENOL
Süleymaniye Vakfı
* Bu yazı, sitemizde daha önce yayımlanan “Beşer Peygamber” başlıklı yazının gözden geçirilmiş ve genişletilmiş şeklidir.
Not 1 : Bu Yazının Word Formatını Bilgisayarınıza İndirmek İçin Lütfen Tıklayınız..
NOT 2: 10 Ağustos 2011 tarihinde Hilal TV’de katıldığımız Allah’ın Beşer Resulü konulu programı aşağıdaki linkten izlemenizi tavsiye ederiz:
http://www.kurandersi.com/tv-programlari/hilal-tv/hilal-tv-iftar-programi-yahya-senol.html
  1. Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, Denge Yayınları, 13. Bs., İstanbul, 2004, s: 8-13 []
  2. Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, 12. Bs., Dâru’ş-Şurûk, 1986, C: 4, s: 1872. (Hûd Suresi 28. ayetin tefsiri []
  3. Katolik Kilisesi Din Ve Ahlak İlkeleri, Çev. Dominik Pamir, İstanbul, 2000, s: 95, par. 331. []
  4. Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 82. []
  5. Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkâni, el-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ahâdîsi’l-Mevdûa, Thk. Abdurrahman el-Muallimî, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1392 h., s. 326; hadis no: 1013; Molla Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa (el-Mevdûatu’l-Kübrâ), Thk: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, el-Mektebetu’l-İslâmî, 2. Bs., Beyrut, 1986, s: 288; hadis no: 385; İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 3. bs., Beyrut, 1988, c: 2, s: 335, hadis no: 2123. Aliyyü’l-Kârî ve Aclûnî, bu hadisin senet yönünden uydurma olduğunu kabul etmekle birlikte mana yönünden sahih olduğunu söylemektedirler. Bu konu hakkında İbn Teymiye şöyle demektedir: “Bazıları yerlerin, göklerin, ayın, güneşin… kısaca her şeyin Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem için yaratılığını iddia etmektedir. Hâlbuki böyle bir şey ne sahih ne de zayıf, hiçbir şekilde Peygamberimizden rivayet edilmemiştir. Bütün ehl-i ilim bunu böyle kabul etmiştir. Sahabeden de böyle bir söz nakledilmemiştir. Bu, söyleyeni kesinlikle belli olmayan (anonim) bir sözdür.” İbn Teymiye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb: Abdurrahmân Muhammed b. Kâsım, c: 11, s: 96. İbn Teymiye devamla, yerlerin, göklerin, ayın, güneşin vs. insanoğlu için yaratıldığını bildiren ayetleri sıralayarak bu anlayışın doğru olmadığını açıklamaktadır. []
  6. Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 1997, C: 15, s: 179–180. []
  7. Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180. Hakikat-i Muhammediyye veya Nûr-u Muhammedî adı verilen bu inancın İslam dünyasına Şiilerden onlara da Yeni Eflatunculuktan geçtiği, yahut bunda Hıristiyan etkisinin veya Yunan felsefesinin bulunduğuna dair açıklamalar için bkz: Hatice K. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, Ensar Neşriyat, 2. Bs., İstanbul, 2006, s: 184-186. []
  8. Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, C: 15, s: 180. []
  9. Buhârî, Enbiyâ, 48. []
  10. Ahmed b. Hanbel, 3/153, 241, 4/25, 40. Benzer bir hadis için bkz.: Ebû Davud, Edeb, 9. []
  11. Buhari, Hıyel, 10, Mezâlim, 16, Ahkâm, 20, 29, 31. []
  12. Müslim, Birr ve’s-Sıla ve’l-Âdâb, 91 . []
  13. Buhari, Salât, 31; Müslim, Mesâcid, 19 (93). []
  14. Buhari, İ’tisâm bi’s-Sünne, 14. []
  15. İbrahim Sarmış, Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, Ekin Yayınları, 3. Bs., İstanbul, 2007, cilt: 1 s: 95. []
  16. Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, Anlayış Dergisi, Nisan 2006, sayı: 35, s. 77. []
  17. Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, s. 77. []
  18. Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Aracılık Ve Şirk, s. 83. []
  19. Abdülkerim el-Cîlî’nin el-İnsânu’l-Kâmil adlı eserinden naklen: Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, s: 204–205. []
  20. Mustafa İslamoğlu, a.g.e., s: 205. []
  21. Cihat Arınç, “Hakk’ın En Parlak Aynası: Ahmed-i Muhammed”, s. 77. []
  22. İbrahim Sarmış, Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, cilt: 1 s: 96. []
  23. İlgili ayetler için bkz: Enfal, 8/67–68; Tevbe, 9/43; Ahzâb, 33/37; Tahrîm, 66/1; Abese, 80/1–16. []
  24. İlgili ayetler için bkz: Ğâfir, 40/55; Muhammed, 47/19; Fetih, 48/2. []
  25. Kalem, 68/4. []
  26. M. İslamoğlu, a.g.e., s: 217. []

Şeyhler Yalan mı Söylüyor?

SORU: Ben yaklaşık 1 ay öncesine kadar tarikat ehli bir insandım. Ama son zamanlarda internette izlediğim bazı şeyler ve Abdülaziz Bayındır Hocamın sohbet ve kitaplarını okuduktan sonra tuttuğum yolun yanlış olduğu kanaatine vardım ve tarikattan çıktım. Ayet ve hadislere bakınca ve sahabe hayatını inceleyince tuttuğum yolun yanlışlığı iyice arttı. Fakat yine de bazı soru işaretleri var kafamda; bunları cevaplayabilirseniz çık mutlu olurum.
Tarikatın içinde olan insanların ahlaki problemleri yok. Allah’ın rızasını arayan insanlar onlar ve hizmet için koşturuyorlar. Bu insanların içinde ilahiyat profesörleri, imam hatip hocaları var. Bu insanlar benim şu an bildiklerimden fazlasını biliyorlar; bunlar neden çıkmıyorlar?
Bir diğer sorum ise şeyhler ima yollu “biz sizden uyurken bile haberdarız” mesajı veriyor. ( Şeyh Efendilerle Görüşme kitabınızda siz de ele aldınız. Çok merak ediyorum, keşke sorsaydınız M. Ustaosmanoğlu “Allah dilerse gösteremez mi” deyince “siz haberdar mısınız, görüyor musunuz” diye) Ayrıca ölüm anında sofisinin imanla göçmesine vesile olacağı gibi. Bu örnekler o kadar çoğaltılabilir ki…
Esas sorum ise ayet ve hadislere göre bu özellikler onlarda olamaz, bunu anladık. Peki, bu insanlar kendilerinin öyle olmadığını bile bile insanlara yalan mı söylüyorlar? Bu kadar ahlaken iyi görünen insanlar nasıl yalan söyleyebilir ve bu işin içinde olan insanlar hep mi müşrik? Eğer müşrikseler bunun farkında bile değiller… Mahşer günü halleri ne olur?
Büyük bir merakla cevabınızı bekliyorum.
CEVAP: Ergenlik çağına gelinceye kadar her insanın, Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kanaati kesinleşir. Bilgi ve tecrübesi ölçüsünde doğruların birçoğunu da bilir. Sonra kendine bir yol çizer ve hedefini belirler.
Allah’ın secde emri olmasaydı İblis isyan etmezdi. Allah’ın emir ve yasakları, hayat tarzına ters düşenler, tıpkı İblis gibi onlardan rahatsız olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Onlar seni yalanlamıyorlar, aslında o zalimler bile bile Allah’ın ayetlerini yalanlıyorlar.” (En’âm, 6/33)
Allah’ın âyetlerinden rahatsız olma konusunda onların İblis’ten farkı yoktur. Onlar da Allah’a rağmen kendilerinin haklı olduklarına inanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Meleklere: “Âdem’e secde edin” dediğimizde hemen secde ettiler; ama İblis öyle yapmadı; kendini büyük görerek direndi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 2/34)
“İblis “Çamur olarak yarattığına secde mi ederim?” dedi ve ekledi; “Sen kendine baktın mı; bana tercih ettiğin bu mu? Beni Kıyamet gününe kadar yaşatırsan birazı dışında onun bütün soyunu kendime bağlarım” dedi.” (İsrâ, 17/61-62)
Allah’a karşı çıkarken, yine Allah’ın yaptığı bir işi delil getirerek yanlışın kendinde değil, Allah’ta olduğunu göstermek için şöyle demiştir:
“Ben ondan hayırlıyım beni ateşten yarattın, ama onu çamurdan yarattın.” (Sad, 28/76)
Kuru balçıktan, yıllanmış kara topraktan yarattığın bir beşere secde mi ederim?” (Hicr, 15/33)
İblis Allah’ın ne varlığını, ne birliğini, ne yaratıcılığını ne de kudretini inkâr eder. Bulunduğu makamdan kovulunca ona “Rabbim” diye hitap etmiş ve şöyle demişti:
“Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Hicr, 15/36)
Kâfir ve müşrikler, Allah’ın düzenine ters düştükleri için bozgunculuğa sebep olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İşte ahiret yurdu; onu yeryüzünde ululuk ve bozgunculuk istemeyenlere tahsis ederiz. Bu sonuç, kendini koruyanlar içindir.” (Kasas, 28/83)
Onların bu tavrı, dünyayı Ahirete tercih etmelerinden kaynaklanır. O zaman Allah’ın emirlerini ikinci sıraya koyar ve onun yolundan uzaklaşırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Kâfirlerin çetin bir azaptan çekecekleri var. Onlar, yaşadıkları anı ilerisinden çok seven, Allah’ın yolunu çarpıtmaya çalışarak ondan uzaklaşan kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler.” (İbrahim, 14/2-3)
Aslında herkes İblis gibi önce inanmış, sonra yoldan çıkmıştır. Bunu şu âyetten anlıyoruz:
“O gün nice yüzler ak çıkar, nice yüzler de kararır. Yüzleri kararanlara şöyle denir: “Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” (Al-i İmran, 3/106)
Şeytanlık kolay değildir; doğru yolu bilmeyen o işi yapamaz. Çünkü şeytan doğru yolun üstünde oturur. Kıyamete kadar yaşama süresi alınca o, Allah’a şöyle seslenmişti:
“Madem beni azdırdın, ben de onlar için, senin doğru yolunun üstüne oturacağıma yemin ederim. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulurum. Görürsün, onların çoğu sana teşekkür etmezler.” (Araf, 7/16-17)
İblis, dini iyi bildiğinden insanların nasıl yoldan çıkaracağını da bilir. Allah Teâlâ, şeytanın bu özelliğini şöyle anlatmaktadır:
“O onlara söz verir ve beklenti içine sokar. Şeytanın onlara söz vermesi, sadece aldatmak içindir.” (Nisa, 4/120)
Bu sebeple, dini daha iyi yaşamak ve Allah katında daha değerli olmak için yola çıkanlar, karşılarında şeytanı bulurlar. Şeytanlar, insanlar ve cinlerden olur. Allah’a daha yakın olmak için yola çıkan bu insanlara, din büyüklerini araya sokmalarını söylerler. Bu maksatla Allah’ta olan bazı özellikleri onara vererek karşı tarafı aldatmaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’ın yolundan saptırmak için özde Allah’a benzer varlıklar uydurdular. De ki: “Geçinip gidin; ama gidişiniz kesinlikle ateşe doğrudur.” (İbrahim, 14/30)
Din büyüklerini tanrılaştırmaya Muhammed aleyhisselamla başlarlar. Bunun için Hakîkat-i Muhammediye diye bir terim uydurmuşlardır. Bu konudaki sözleri özetle şöyledir:
“Hakîkat-i Muhammediye ile Allah, aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. O, peygamberle­rin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır[1].”
Sonra sıra şeyhi tanrılaştırmaya gelir. Bunun için kullanılan kelime İnsan-ı Kâmil’dir. Onunla ilgili sözleri özetle şöyledir:
“İnsan-ı kâmil, maddî-manevi bü­tün kemâl mertebelerini kapsar. Onun kalbi Arş’la, benliği Kürsü’le, makamı Sidre-i müntehâyla, aklı Kâlem-i a’lâ’yla, nefsi Levh-i mahfûz’la ve tabiatı anâsır-ı erbaayla bağlantılıdır[2]”.
“İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eş­yanın hikmetini olduğu gibi bilir…” [3]
Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun ma­kamları sayesinde yetişip yaşarlar. Evtâd, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi iste­meden her şeye feyzini yağdırır…[4]”.
Bir de râbıtaları vardır. Onlara göre râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır[5]. O, şeyhin suretini alnı­nın ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin or­tasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir[6]. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti onu râbıta ile terbiye eder ve Allah’a ulaştırır[7].
Tarikatçılara göre hakiki şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[8]. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır[9].
Bunlar hiçbir delile dayanmadan o kimselere kul olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeylere kul olurlar ki, Allah onun hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onunla ilgili kendilerinin de bir bilgisi yoktur. O zalimlerin yardımcısı olmaz.” (Hacc, 22/71)
Kur’an’ı ve sünneti kendilerine uydurarak yeni bir din oluşturan bu kimseler, kendilerini doğru yolun ortasında görürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah insanların bir takımını yoluna kabul eder, bir takımı da sapıklığı hak eder. Sapıklar, Allah’tan önce şeytanları veli edinen ve kendilerini doğru yolda gören kimselerdir.” (Araf, 7/30)
Onların en büyük sıkıntısı, Kur’ân’da şirki reddeden âyetlerdir. Ya âyetlerin ilişkisini bozarak, ya bir ayeti diğer ayetle çelişir göstererek yahut bazı hadislerle ayetleri çatıştırarak kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Bunun çok sayıda örneği vardır. Mesela Cübbeli Ahmed, bir âyetin şu bölümünü sıkça tekrarlar:
“Onlar (Melekler) rablerine bir vesile ararlar.” (İsra, 17/)
Sonra der ki, “Melekler dahi Allah’a karşı bir aracı koymaya çalışıyorlar”
Arkasından vardığı şu hükmü ilan eder: “Allah’a karşı bir aracı bulmak, Allah’ın emridir.”
Yani Allah’ın asla affetmeyeceği şirki, Allah’ın emrettiğini Allah’ın âyetiyle ispatlamaya çalışır. Hâlbuki o sözler, Melekleri Allah’a karşı aracı yapan Mekkelilerin kötü durumunu anlatan âyetlerin küçük bir bölümüdür. Ayetlerin tamamı şöyledir:
“De ki: “Allah’a yakın saydıklarınızı çağırın; sıkıntınızı ne gidermeye güçleri yeter ne de sizden uzaklaştırmaya.” Onlar; yani çağırdıkları (melekler) kendilerini rablerine daha da yaklaştıracak bir vesilenin peşinde olurlar[10]. Rahmetini umar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı kaçınılması gereken şeydir.” (İsrâ, 17/56-57)
Allah’a yaklaştıracak vesilenin ne olduğunu Allah Teâlâ şu âyette bildirmiştir.
“Bizim katımızda, sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlâdınızdır.  Ama kim iman eder iyi iş yaparsa böylelerine yaptıklarının kat kat karşılığı verilir. Onlar yüksek makamlarda güven içinde olacaklardır.” (Sebe’, 34/37)
Şu âyetler onların durumunu özetlemektedir:
“Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenleri görmedin mi. Onlar nasıl bu hale getiriliyorlar? Hem bu Kitaba karşı hem de elçilerimizle birlikte gönderdiklerimize karşı yalan söyleyip dururlar; ama yakında öğreneceklerdir. O zaman boyunlarına takılı halkalar ve zincirlerle sürüklenecekler; önce kaynar suyun, sonra ateşin içine doldurulacaklardır. Sonra onlara şöyle denecektir: “Allah’a ortak özellikler verdikleriniz neredeler?” (Nerede) Allah ile aranıza koyduklarınız? Derler ki; “Kaybolup gittiler; aslında biz daha önce bir şeye yalvarmazdık ki” İşte Allah o kâfirleri bu şekilde şaşkınlaştırır. Size verilen bu ceza, o yerde (dünyada) haksız bir sevinç içine girmenizden ve şımarık hale gelmenizden dolayıdır. Ölümsüzler olarak cehennemin kapılarından girin. Büyüklenenlerin kalacakları yer ne kötüdür!” (Mümin, 40/69-76)
“Kendilerine gelmiş bir belgeye dayanmadan Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenler var ya; Allah yanında da müminler yanında onlara karşı büyük bir nefret olur. İşte Allah, kendini büyük gören her zorbanın kalbinde böyle bir tabiat oluşturur.” (Mümin, 40/35)

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır

[1] Mehmet DEMİRCİ, “Hakikati Muhammediye”, DİA, c. XV, s. 179-180.
[2] Hasan Kâmil YILMAZ, İnsânı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı, 125; s. 31.
Arş: Tüm âlemi kuşatan, insan aklının kavrayamayacağı en yüksek kat, gökler, Cennet, Sidre ve Kürsü hep onun altında düşünülür. Kürsü: Allah’ın kudret ve hakimiyetinin sembolü. Sidre-i müntehâ: Yedi kat göğün üstünde bir makam, Cennet’ül-me’vâ onun yanındadır. Kâlem-i a’lâ: İlahi bilgilerin yazıldığı en yüksek kâlem. Levh-i mahfûz: Allah’ın ilminin, kainatta olmuş ve olacak şeylerin yazılı olduğu levha. Anâsır-ı erbaa: Maddi âlemin kendisinden meydana geldiğine inanılan toprak, su, hava ve ateş.
[3] Hasan Kâmil YILMAZ, a.g.e, s. 31.
[4] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, Çev. Abdulkadir AKÇİÇEK, İstanbul, 1396/1976.s. 238
[5] Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri I, s. 39-40.
[6] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.
[7] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.
[8] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 244.
[9] Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 239-242.
[10] Eyyu ismi mevsul olduğu için bu anlam verilmiştir.
أُولَـئِكَ الَّذِينَ يَدْعُون َمن الملائكة يَبْتَغُونَ الْوَسِيلَةَ التي تجعلهم أَقْرَبَ إِلَى رَبِّهِمُ

Şefaat

Şefaat, şef’ (الشَّفْع) kökünden tekliğin zıddına iki şeyin yan yana olması demektir. Birinin işini görmek için onunla birlikte gitme anlamına da gelir[1]. İnsanın bilgisi az olduğu için tanımak istediği kişiyi ona, güvendiği birinin tanıtması önemlidir. Dolayısıyla insanlar arasında bu tür şefaatler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا.
“Her kim iyiliğe şefaat ederse (destek verirse) ondan ona pay vardır. Kim de kötülüğe şefaat ederse onun da ondan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.” (Nisa 4/85)
Şefaat, saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır. İnsanın kalbini, yaptıklarını ve yapmadıklarını bilen Allah’ın huzurunda bir kimseye arka çıkılabileceğini düşünmek ona saygısızlıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ .
“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.” (Bakara 2/48)
Günahlarından vaz geçemeyenler, korkularından dolayı Allah’ın yanında kendilerine yardımcı olacak güçlü birini ararlar. Halbuki, bütün gücün Allah’ın elinde olduğunu da bilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ فَأَنَّى تُسْحَرُون.
“De ki, her şeyin hakimiyeti elinde olan, koruyan ama ona karşı korunma imkânı olmayan kimdir; biliyorsanız söyleyin? “Allah’tır” diyeceklerdir. De ki, öyleyse nereden büyüleniyorsunuz?” (Müminun 23/88-89)
Duygularını akıllarının önüne geçiren insanlar, kendilerine şefaat edeceğini düşündükleri gerçek veya hayali kişilere kulluk ederler. Çünkü Allah’a ait bazı özelliklerin onlarda da var olduğuna kendilerini inandırmış olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللَّهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ.
“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararı olur ne de fayda sağlar. “Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Al­lah’ın bilme­diği bir şeyi mi ona bildiriyorsu­nuz?” Allah, onların koştukları şirkten uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)
Kişiyi Allah’a karşı koruyacak olanın Allah’tan güçlü olması gerekir. Bu sebeple şefaat edeceğine inanılan kişiler, birer hayali tanrı olurlar. Hırıstiyanlara göre İsa, böyle bir tanrıdır. Katolikler şöyle derler:
“İsa, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır[2]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[3].”
Şefaatçiler genellikle yarı tanrı yarı insan sayılır, tanrı yönüyle Allah’a, insan yönüyle de insanlara yakın kabul edilirler. Hıristiyanlar 451’de, dördüncü Ökümenik Kadıköy Konsili’nde şu kararı almışlardır:
“Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel Tanrılığa ve mükemmel insanlığa sahip, gerçek Tanrı ve gerçek insan olduğunu, akıllı bir ruhtan ve bedenden oluştuğunu, Tanrılık açısından Baba ile, insanlık açısından da bizimle aynı özde olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, Tanrılık açısından yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz için bakire Meryem’den doğduğunu oybirliği ile kabul ettiğimizi resmen beyan ederiz.”[4]
İncil’de ve Tevrat’ta böyle şey olamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَأَنْذِرْ بِهِ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْ يُحْشَرُوا إِلَى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفِيعٌ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ.
“Rablerinin huzurunda toplanacak­ları gün­den korkanları Kur’ân ile uyar; onların Alla­h’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)
قُلْ لِلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا
“De ki: Şefaat yetkisi, tümüyle Allah’a aittir.” (Zümer 39/44)
قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ
“(Ya Muhammed) De ki: Ben kendime bile ne fayda ne zarar verebilecek güçte değilim; Allah vermiş başka.” (A’raf 7/188)
Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre “Kabilenin en yakınlarını uyar[5] âyeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yapmıştı:
“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size faydam olmaz. (Amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. (Halam) Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. Ey kızım Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana faydam ol­maz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)

23.1. Müslümanlarda Şefaat İnancı
Şefaati reddeden âyet ve hadisler yanında, kabul eden âyet ve hadisler de vardır. Müslümanlar Kur’an’ı, Kur’an’ın gösterdiği şekilde anlama çabası içinde olmadıklarından âyet ve hadisleri doğru anlayamamakta ve tam bir kafa karışıklığı yaşamaktadırlar.
23.1.1. Mahşer
Mahşer, toplanma yeri ve toplanma zamanı demektir. İlk insandan son insana kadar herkesin toplanacağı kıyamet gününün adlarındandır. Mahşerde şefaat olmayacaktır. Müslümanlar burada ikiye bölünecek, bir bölüğü doğrudan Cennete, bir bölüğü de cehenneme gidecektir. Cehenneme gidenleri daha sonra Cennetteki yakınları yanlarına alacaklardır. Cennette yakını olmayanları da Peygamberimiz alacaktır. İşte şefaat, cehennemde yalnızlaşan günahkar müminlerin, Allah’ın izni ile Cennetteki yakınlarının yanlarına yerleştirilmesidir. Bu konu Kur’an’da ve ilgili hadislerde açıkça anlatılmıştır.
Şu âyetler, mahşerde olacakları özetlemektedir:
إِنَّ الْأَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ . وَإِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ. يَصْلَوْنَهَا يَوْمَ الدِّينِ . وَمَا هُمْ عَنْهَا بِغَائِبِينَ . وَمَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ . ثُمَّ مَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ . يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِّنَفْسٍ شَيْئًا وَالْأَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلَّهِ
“İyiler tabii ki, nimetlere kavuşacaklardır. Günahkarlar ise alevli ateşte olacaklar, hesap verme günü oraya girip kızaracaklar, oranın dışında kalmayacaklardır.
Hesap verme günü nedir nereden bileceksin!.. Gerçekten sen nereden bileceksin hesap verme gününün ne olduğunu!.. O gün, kimsenin kimse için bir şey yapamayacağı gündür. O gün bütün yetki Allah’ındır.” (İnfitar 82/13-19)
Nimetlere kavuşacak olanlar, büyük günah işlememiş kişilerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, günahlarınızı örter, sizi şerefli bir yere yerleştiririz.” (Nisa 4/31)
Büyük günahlarla ilgili olarak Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:
“Felâkete sürükleyen yedi şeyden sakınınız.
-Ey Allah’ın Elçisi nelerdir onlar?
-Allah’a ortak koşmak, sihir, haklı sebeple olması bir yana Allah’ın doku­nulmaz kıldığı bir canı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana toplu hücum yapılacağı sırada savaştan kaçmak ve kötü yolla ilgisi olmayan namuslu mümin kadınlara zina iftirasında bu­lunmaktır[6].”
Büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir. Konan yasakların büyüklerinden kaçınanlar, güzel bir hayat yaşamış sayılır ve daha güzeli ile karşılanırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى. الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ .
“Göklerde ve yerde olan herşey Allah’ındır. Bu, kötü davrananları yaptıklarına karşılık cezalandırsın; güzel davrananları da daha güzeli ile karşılasın diyedir. Onlar, günahların büyüklerinden ve fuhuş çeşitlerinden[7] kaçınanlardır; diğer günahlar başka. Senin Rabbinin affı kapsamlıdır.” (Necm 53/31-32)
Bunlar “yaptıklarından daha güzeli ile” karşılanacaklarına dair söz verilen kimselerdir. Bunlarla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ .لَا يَسْمَعُونَ حَسِيسَهَا وَهُمْ فِي مَا اشْتَهَتْ أَنفُسُهُمْ خَالِدُونَ. لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْأَكْبَرُ وَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ هَذَا يَوْمُكُمُ الَّذِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ .
“Önceden daha güzeli ile karşılama sözü verdiklerimiz Cehennemden uzak tutulacaklardır. O büyük dehşet onları üzmeyecek, ölümsüz olarak canlarının çektiği şeyler içinde olacaklardır. Melekler “bu sizin gününüz, size söz verilen gündür” diyerek onları karşılayacaklardır.” (Enbiya 21/101-103)
Büyük günah işlediği halde tevbe edip kendini düzeltenler de bu kesime girerler. Nitekim büyük günahların en büyüğü olan şirk günahını ilk Müslümanların çoğu işlemişti. Ama tevbe edip kendini düzeltmiş olanların bu ayetin kapsamında olacakları açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Rahman’ın kulları… Allah ile beraber başka bir tanrıyı yardıma çağırmazlar. Haklı bir sebep[8] yoksa Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler. Kim bunları yaparsa günaha girer. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada alçaltılmış olarak ölümsüzleşeceklerdir. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapan başka. Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah bağışlar, ikram eder.” (Furkan 25/68-70)
23.1.2. Cehenneme gidecek olanlar
Büyük günah işleyenlerin cehennemlik olduklarını bildiren ayet çoktur. Şirk günahı işlemiş olanlar doğrudan cehenneme gireceklerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا. الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا. أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا. ذٰلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا.
“De ki, işleri en zararlı şekilde bitecek olanları bildireyim mi? Onlar bu hayatta güzel iş yaptıklarını hesap ettikleri halde yanlış yapanlardır. Onlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı göz ardı edip kâfir olmuşlar, yaptıkları boşa çıkmıştır. Artık Kıyamet günü onlar için tartı kurmayız. İşte onların cezaları Cehennemdir. Bu, kafir olmalarına, âyetlerimi ve elçilerimi alaya almalarına karşılıktır. (Kehf 18/103-106)
Şirk günahı işlememiş ama diğer büyük günahlardan işlemiş olanlar, Allah’ın koyduğu kurala göre bağışlanacaklardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ.
“Allah şirki bağışlamaz, onun dışında kalanı düzenine uyan kişi için bağışlar.” (Nisa 4/48)
Şirkin dışındaki büyük günahlarla ilgili bazı âyetlere bakalım:
وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ölümsüz olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük azap hazırlamıştır. (Nisa 4/93)
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذٰلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَـئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler, şeytanın aklını çeldiği kimsenin dav­ranışından farklı davranış göstermezler. Bu onların “alım satım, tıpkı faizli işlem gibidir” de­meleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime, Rabbinden bir uyarı gelir de faize son verirse geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de de­vam ederse, onlar cehennem halkıdır; orada ölümsüz olarak kalacaklardır.” (Bakara 2/275)
Ayetlerdeki hâlid (=خالد) kelimesine ölümsüzlük anlamı verilmiştir. Diğer mealler ona ebedilik anlamı verirler. Halbuki ebedilik demek olan ebeden (=أَبَدًا) kelimesi, bazı âyetlerde hâlid ile birlikte (خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا şeklinde) geçer. Araplar hâlid (=خالد) kelimesine; bozulmayan, bulunduğu hal üzere kalan[9] ve ölümsüz olan varlık[10] anlamını verirler. Bize göre Cennet ve Cehennem için kullanılan huld الخلد kökünden kelimelere ölümsüzlük anlamını vermek gerekir. Çünkü Cehenneme gidenler bile ölmeyeceklerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ayetlerimizi görmezlikten gelenleri ateşte kızartacağız; derileri piştikçe başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı tatsınlar. Allah güçlüdür, doğru karar verir.” (Nisa 4/56)
Cehenneme, çıkmamak üzere girenler sadece müşriklerdir. Onlar Allah’ı ikinci sıraya, kendilerini veya başka bir varlığı Allah’ın yerine koydukları için müşrik, ona yoğunlaşıp Allah’ı görmezlikten geldikleri için de kâfir olurlar. Dolayısıyla her müşrik kâfir, her kâfir de müşriktir. Âyetlerde ebedîlik (=أَبَدًا) kelimesi sadece bunlar için kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
إِنَّ اللَّهَ لَعَنَ الْكَافِرِينَ وَأَعَدَّ لَهُمْ سَعِيرًا . خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا لَّا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا
“Allah kâfirleri dışlamış ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Oraya ölümsüz olarak sürekli kalmak üzere gireceklerdir. Onlar dost da bulamayacaklar yardımcı da.” (Ahzab 33/64-65)
Büyük günahı olan müminler; günahları fazla ise cehenneme, sevapları fazla ise cennete gideceklerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ فَمَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَـئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُم بِمَا كَانُواْ بِآيَاتِنَا يظْلِمُونَ.
“O gün tartı yapılacağı gerçektir. Kimin sevabı ağır basarsa onlar umduklarına kavuşurlar. Kimin sevabı hafif kalırsa onlar da âyetlerimiz karşısında yanlış davranmaları sebebiyle kendilerini harcamış olurlar.” (Araf 7/8-9)
Günahı ve sevabı eşit olanlar da Cennete gideceklerdir. Çünkü şu âyetler Cehenneme, günahı ağır olanların gideceğini bildirmektedir.
“Kimin değerli işleri ağır gelirse, mutlu eden bir hayata kavuşur. Kimin de değerli işleri hafif gelirse, onun anası Haviye olur. Haviye nedir, nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir.” (Karia 101/6-11)
Yapılan kötülükler bire bir, iyilikler ise bire on hesabıyla tartılır ve 10 iyilik 100 günaha denk olur. Dolayısıyla iyice günaha batmış kişiler dışında hiçbir müminin günahı ağır gelmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
«Kim bir iyilikle gelirse onun on katını alır. Kim de bir kötülükle gelirse sadece bir katı ile cezalandırılır. Onlara zulmedilmez.» (En’âm 6/160)
Müşrikler ve günahları ağır basan müminler, doğrudan cehenneme gireceklerdir. Mahşer yerinde her hangi bir şefaat sözkonusu olmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ وَالشَّيَاطِينَ ثُمَّ لَنُحْضِرَنَّهُمْ حَوْلَ جَهَنَّمَ جِثِيًّا. ثُمَّ لَنَنزِعَنَّ مِن كُلِّ شِيعَةٍ أَيُّهُمْ أَشَدُّ عَلَى الرَّحْمَنِ عِتِيًّا . ثُمَّ لَنَحْنُ أَعْلَمُ بِالَّذِينَ هُمْ أَوْلَى بِهَا صِلِيًّا . وَإِن مِّنكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَّقْضِيًّا . ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوا وَّنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا.
“Rabbine and olsun ki onları, şeytanlarla birlikte toplayacağız. Sonra diz çöktürerek alevli ateşin (cehennemin) çevresine getireceğiz. Sonra her toplumdan Rahman’a en sert baş kaldıranları çekip ayıracağız. Cehennemde kızarmayı en çok kimin hakettiğini iyi biliriz. Sizden oraya uğramayacak[11] yoktur. Bu, Rabbinin uygulamayı üstlendiği kesin hükümdür. Sonra kendini korumuş olanları kurtaracak, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.” (Meryem 19/68-72)

23.2. Cennettekilerin Şefaati
Şefaat, sözlükte iki şeyin yan yana olması anlamındadır[12]. Aşağıda gelecek olan âyetler, cehennemde yalnızlaşan ve oranın azabını çeken Müslümanların cennetteki yakınlarının yanına yerleştirileceklerini göstermektedir. İşte şefaat budur. Bununla ilgili âyetler şöyledir:
ِإِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَعِيمٍ. فَاكِهِينَ بِمَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ وَوَقَاهُمْ رَبُّهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ.كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ. مُتَّكِئِينَ عَلَى سُرُرٍمَّصْفُوفَةٍ وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ. وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُم بِإِيمَانٍ أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُم مِّنْ عَمَلِهِم مِّن شَيْءٍ كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ.
“Kendini koruyanlar bahçelerde ve nimetler içinde olur, Rablerinin verdikleri ile safa sürerler. Rableri onları Cehennem’in azabından korumuştur. Onlara; “Yiyin için; afiyet olsun; bu, sizin yaptığınıza karşılıktır,” denir. Sıra sıra dizilmiş sedirlere yaslanırlar. Yanlarına ceylan gözlü huriler veririz. İnanmış olan, soylarından inanarak kendilerini takip edenleri, onlara katarız ama onların yaptıklarının değerini eksiltmeyiz. Herkes kendi kazandığına karşılık rehindir.” (Tur 52/17-21)
جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالمَلاَئِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِم مِّن كُلِّ بَابٍ . سَلاَمٌ عَلَيْكُم بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ
“Kalıcı bahçelere girerler; babalarından, eşlerinden ve evlatlarından uygun olanlar da girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girer;“Sabrınızın karşılığı olarak huzur ve güvendesiniz. O dünyanın sonu ne güzelmiş!” derler.” (Ra’d 13/23-24)
Aşağıdaki âyet, cennete girmiş olanların, cehennemde bulunan bazı yakınlarını yanlarına isteyebileceklerini göstermektedir.
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
“O gün şefaatin faydası olmaz, Rahman’ın izin verdiği kişinin, lehine söz söylenmesine razı olduğu kişi için yaptığı başka.” (Taha 20/109)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği rivayt edilir:
Rasulullah (sav) dedi ki: “Ümmetimden bazıları çok sayıda kişiye şefaat eder, bazıları bir kabileye şefaat eder; bazıları kendi yakınlarına şefaat eder; bazıları da tek bir kişiye şefaat ederek cennete girmelerini sağlar.” (Tirmîzi, Sıfat’ul- Kıyâmeh 12, 2440)
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.”
Hadisi rivâyet eden Câbir dedi ki: “Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur!”[13]
Peygamberimizin mahşer yerinde şefaat edeceğine dair sahih bir hadis yoktur. Hadisler, âyetlerle bütünlük arzetmektedir. Bazı hadis metinlerine ilaveler yapılmıştır. Onlardan biri şu hadistir:
Ebu Hureyre’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme et getirildi, kolu pek severdi, ona kol ikram edildi. Bir parça ısırdı ve dedi ki:
“Ben kıyamet günü insanların efendisiyim. Neden böyle olduğunu biliyor musunuz? Allah bütün insanları; öncekileri ve sonrakileri bir yerde toplar. Çağıran sesini işittirir, göz onları görür. Güneş yaklaşır, sıkıntı ve keder güçlerinin yetmeyeceği ve taşıyamayacakları sınıra ulaşır. İnsanlar birbirlerine şöyle derler: “Ne hale geldiğimizi görmüyor musunuz; Rabbinize karşı şefaat edecek birine bakmayacak mısınız?”
Kimileri; “Ademe gitmelisiniz”, derler.
Âdem’e gelip derler ki: “Sen insanların atasısın. Allah seni eliyle yarattı ve sana ruhundan üfledi. Meleklere emretti, sana secde ettiler. Rabbine karşı bize şefaat et. Halimizi ve başımıza gelenleri görmüyor musun?”
Âdem der ki: “Bugün Rabbim hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecektir. O bana ağacı yasaklamıştı ben ona asi oldum. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin; Nuh’a gidin!”
Nuh’a gelir, şöyle derler: “Ey Nuh! Sen insanlığa gönderilen ilk elçisin. Allah sana “çok şükreden kul” adını verdi. Rabbine karşı bize şefaat et; ne halde olduğunuzu görmüyor musun? Nuh der ki:
“Bugün Rabbim hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecektir. Benim bir dua hakkım vardı, kavmimin aleyhine kullandım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin. İbrahim’e gidin!”
İnsanlar İbrahim’e gelir derler ki: “Ey İbrahim! Sen Allah’ın peygamberi ve halk içinde onun sevdiği kişisin. Rabbine karşı bize şefaat et; şu halimizi görmüyor musun?”
İbrahim onlara şöyle der:
“Bugün Rabbim hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecektir. Ben üç kere yalan söyledim. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin! Musa’ya gidin!”
Musa’ya gelir derler ki: “Ey Musa! Sen Allah’ın Elçisisin. Allah elçilik vererek ve seninle konuşarak diğer insanlardan üstün kıldı. Rabbine karşı bize şefaat et; şu halimizi görmüyor musun?”
Musa onlara şöyle der:
“Bugün Rabbim hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecektir. Ben, öldürme emri almadan bir cana kıydım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin; İsa’ya gidin!”
İnsanlar İsa’ya gelir, derler ki:
“Ey İsa, sen Allah’ın Elçisi, Meryem’e hitaben söylediği söz ve ondan bir ruhsun. Beşikte iken insanlara hitap ettin. Rabbine karşı bize şefaat et; içinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?”
İsa onlara şöyle diyecektir:
“Bugün Rabbim hiç olmadığı kadar öfkelendi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecektir. İşlediği bir günahtan söz etmeden, “Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin! Muhammed’e gidin!” diyecektir.
İnsanlar Muhammed’e gelir derler ki:
“Ey Muhammed! Sen Allah’ın Elçisi ve nebilerin sonuncususun. Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Rabbine karşı bize şefaat et; içinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?” Bunun üzerine yola koyulur, Arş’ın altına gider, Rabbim için secdeye kapanırım. Derken Allah, benden önce kimseye açmadığı takdir ve övgüleri benim için açar, sonra şöyle denir:
“Ey Muhammed başını kaldır ve isteğini bildir ki, karşılansın. Şefaat et; şefaatin yerine getirilsin” Ben de başımı kaldırır; “Ya Rabb, ümmetim! Ya Rabb, ümmetim! Ya Rabb, ümmetim!” derim. Denir ki, “Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları Cennet kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da insanlara ortaktırlar!”
Sonra Allah’ın Elçisi şöyle dedi:
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki Cennet kapısının iki kanadının arasındaki mesafe Mekke ile Himyer veya Mekke ile Busra gibidir.” [Buhârî, Enbiya 3, 8, Tefsir, Benî İsrail 5)
Hadis ayrıca, Müslim (İman 327, (194) ve Tirmizî, Kıyamet 11, (2436).] de geçmektedir.
Hadisteki Tutarsızlıklar
Hadis, senet yönünden sahih olabilir. Ama şu ifadeler Kur’an’a ters olduğundan tutarsızlıklarla doludur.
1-  Güneş yaklaşır, sözü tutarsızdır. Çünkü Mahşerde güneş dürülmüş, yıldızlar kararmış[14], yeryüzü Allah’ın nuruyla aydınlanmış[15] olur. Bu sebeple güneşin yaklaşması söz konusu olamaz.
2-  “… sıkıntı ve keder, güçlerinin yetmeyeceği ve taşıyamayacakları sınıra ulaşır.” Sözü tutarsızdır. Çünkü büyük günah işlememiş olanlar sıkıntı görmeyeceklerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru olanlara (ölürken) melekler iner. Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin, derler. Bizler sizin hem Dünyadaki yaşamınızda hem Âhiretteki yaşamınızda dostlarınızız. Ahirette canınızın çektiği her şey sizin için, istediğiniz her şey, sizin içindir.” (Fussilet 41/30-31)
3-  Adem’e mal edilen şu söz doğru olamaz: “O ağacı bana yasaklamıştı, ben ona asi oldum. Nefsim! Nefsim! Nefsim!” Çünkü o, affedilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Âdem Rabbinden uyarılar aldı[16]. Sonra Rabbi tevbesini kabul etti. O, tevbeleri kabul eder, ikramı boldur.” (Bakara 2/37)
4-  “Ey Nuh! Sen insanlığa gönderilen ilk elçisin” sözü de doğru olamaz. Allah Teâlâ, Nuh aleyhisselam ile beraber 18 peygamberin adını saydıktan sonra şöyle buyuruyor:
“Bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de seçtik ve onlara doğru yolu gösterdik. Bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve nebilik verdiğimiz kimselerdir.” (En’âm 6/83-89)
Nuh aleyhisselamın babalarından Peygamber varsa, o ilk peygamber olamaz. Zaten Meryem Suresinin 56. âyetinde Nuh aleyhisselamın babalarından İdris’in nebi olduğu bildirilmektedir.
5-  İbrahim aleyhisselamın “üç kere yalan söyledim” diyecek olması da kabul edilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İbrahim tek başına bir topluluk gibiydi. Allah’a boyun eğerdi, hep doğruya yönelirdi; müşriklerden olmamıştı.” (Nahl 16/120)
6-  Musa aleyhisselam; “Ben, öldürme emri almadan bir cana kıydım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Başkasına gidin” diyemez; çünkü Allah Teâlâ onu affetmiştir. İlgili âyet şöyledir:
“(Adamı öldürdükten sonra Musa) dedi ki; Rabbim, kendimi kötü duruma soktum, beni bağışla. Allah da onu bağışladı. O, çok bağışlar, ikramı boldur.” (Kasas 28/16)
7-  Mahşerdeki bütün insanlar şefaat beklerken Peygamberimizin “Ümmetim! Ümmetim! Ümmetim!” diye şefaat talep etmesi hadisin üst tarafına ters düşmektedir.
8-  “Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları Cennet kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da insanlara ortaktırlar!” sözü kabul edilemez. Çünkü bunlar zaten, cehennemden uzak tutulacak ve doğruca cennete gidecek olan kişilerdir. Halbuki Peygamberimiz, “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuştur.
9-  Bu hadisin, Müslim’de yer alan rivayetinde geçen şu ifadeler Kur’an’daki şefaate uygun düşmektedir:
“… Sonra şefaat ederim, benim için bir sınır çizilir; onları Cehennemden çıkarır Cennete sokarım. Sonra dua eder, secdeye kapanırım. Allah beni, bir süre öyle bırakır. Sonra “Muhammed, başını kaldır; söyle, sözün dinlensin. İste, yerine getirilsin. Şefaat et, şefaatin kabul olsun denir.” Denir. Başımı kaldırır, bana öğrettiği şekilde Rabbime hamd eder, arkasından şefaat ederim. Bana bir sınır çizilir; onları cehennemden çıkarır cennete sokarım. Derim ki, Ya Rab, Kur’ân’ın bıraktıklarından yani ebedi olarak orada kalacaklardan başka kimse cehennemde kalmadı[17].”

Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Bs., İstanbul, 2010, s: 171-184.


[1] Mekâyîs, Müfredât,
[2] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519.
[3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.
[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 467.
[5] Şuarâ 26/214
[6] Buhârî, Sahih, vesâyâ, 23; Müslim, Sahih, İman.
[7] Fuhuş çeşitleri diye tercüme ettiğimiz kelime fevâhiş’tir; fuhuş’un çoğuludur. Arapçada çoğul en az üçü gösterir. Kur’an’a göre zina ve erkek erkeğe ilişki fuhuştur. Üçüncüsü kadın kadına yaşanan sevicilik olabilir.
[8] – Kur’an’ın haklı saydığı bir sebep.
[9] Müfredat.
[10] Mekâyîs’ul-luğa.
[11] Buradaki vârid = وَارِد su başına giden” (Müfredât) kelimesinden hareketle, ayette, cehenneme girmekten değil, çevresinde toplanmaktan söz edildiği, zaten; “Sonra diz çöktürerek cehennemin çevresine getireceğiz” âyetinin bunu gösterdiği iddia edilir. Cehennem sözlükte, tutuşturulmuş ateş demektir (Müfredât). Dolayısıyla ahiretteki cehennemin içi, cehennemlerle dolu olacaktır. Vârid = وَارِد, cehennem ile birlikte kullanılınca suya gider gibi cehenneme gidenleri ifade eder. Bir âyet şöyledir:
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ
“Firavun kıyamet günü halkının önüne düşecek, suya götürür gibi onları ateşe götürecektir. Başına varılan su ne kötü sudur!” (Hud 11/98)
Bu kelime, cehenneme girme anlamına da kullanılmıştır. İlgili âyetlerden biri şudur:
إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنتُمْ لَهَا وَارِدُون
َ“Siz ve Allah’tan başka kulluk ettikleriniz cehenneme atılacak şeylerdir. Hepiniz oraya gireceksiniz.” (Enbiya 21/98)
Sonuç olarak günahı çok olan Müslümanlar da tutuşturulmuş cehennem ateşinin çevresinde toplanacaklardır.
[12] Mekâyîs
[13] Tirmizi, Sünen, Kıyâmet 12, (2436)
[14] Tekvîr, 81/1-2.
[15] Zümer 39/69
[16] Allah, Adem’i nasıl uyardığını Araf Suresinde açıklamaktadır:
[17] Müslim, İman, Ednâ ehl-il-cenneti menzileten, 322 – (193)

19 Haziran 2014 Perşembe

Âdem Aleyhisselam ve Cennet

ÂDEM ALEYHİSSELAM’IN CENNETTEN ÇIKARILMASI
Bismillahirrahmanirrahim
Konu neden önemli?
İlk insan Âdem aleyhisselamın yaratılışı ve başından geçen olaylar her insanın merak ettiği bir olaydır. Bu merak daha ilköğretim yaşlarında başlar ve hayat boyu devam eder. Kur’an’ı okuyan kişi daha ilk sayfalarda bu konuyla karşılaşmaktadır.
Biz öğretmenlere de bu konuda pek çok soru gelmektedir. Her şeyden önce biz Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi öğretmenleri çocuklara Kur’an merkezli sağlıklı bilgiler vermek zorundayız. En azından bu niyet ve gayret içinde olmalıyız. Böyle yaparsak çocuğun dini bilgilerini dolayısıyla dini hayatını sağlam inşa etmiş oluruz. Çünkü Kur’an’da asla şüphe ve çelişki olmaz. Önemli olan onu bizim doğru ve bütünlüğünü koruyarak anlamamızdır. Aksi halde insanların yanlış bilgilenmelerine sebep oluruz. Bilinçaltına yerleşen bu yanlış bilgiler de insanların ileriki yaşlarında ya dine güvenlerini sarsmakta veya dini bilimsel olmamakla suçlamalarına sebep olmakta veya dine lakayt kalmalarını sağlamakta veya dini akılla anlaşılmayacak sadece teslim olunacak bir mistik yapı olarak görmelerine neden olmakta veya bunların dışında başka olumsuzluklar doğurmaktadır. Yani yanlış bilgi aklı tatil etmektedir. Bu konuyla ilgili bize sıkça gelen veya genelde herkesin aklına takılan sorulardan bir kaçı şunlardır:
Madem Allah insanları imtihan için yarattı neden imtihan etmeden cennete koydu?
Eğer her insan Cennette yaşamaları için yaratıldıysa Âdemin suçu yüzünden neden bizler de cennetten mahrum edildik. Bir şeye sebep olan onu yapan gibi değil midir? (Bu Hıristiyanların temel sapma noktalarından biridir. Ayrıca bizdeki kelami ekolleri de bu soru epey uğraştırmıştır.)
Cennette yasak var mıdır?
Cennete girenin tekrar çıkma ihtimali var mı?
Cennette ölüm var mıdır?
Cennette şeytan var mıdır?
Cennette yalan var mıdır?
Cennette kan dökmek var mıdır?
Âdem aleyhisselam cennetten çıkmasaydı biz yine imtihan olacak mıydık?
Eğer Âdem a.s hata yapmasaydı neslinden bazıları hata yapsaydı bir kısmı cennette yaşamaya devam eden bir kısmı da dünyaya sürülenler olmak üzere insanlık ikiye mi bölünecekti? O zaman şeytan kıyamete kadar kah cennettekileri kah dünyadakileri mi saptırmak için uğraşacaktı?
Diyelim ki cennette kalanlardan bazılarını hiç saptıramadı o halde kıyametten sonra o saptıramadıkları nereye gidecekti?
Eğer Âdem a.s hata yapmasaydı Allah’ın şeytana karşı söylediği “sen ve sana uyanlarla cehennemi dolduracağım” sözünün anlamı ne olurdu?
Âdem a.s imtihan için yaratıldıysa ödül yeri olan cennette işi neydi? Cennete konmuşsa orada imtihanın işi neydi?
Cennet gibi “gözlerin görmediği kulakların duymadığı ve hayallerin tasavvur bile edemediği” bir yurttan dünyaya gönderiliş Âdem a.s için cehennem sayılmaz mıydı ve böyle bir ortamda yaşaması mümkün mü?
.
.
Konumuza tekrar dönecek olursak; bu konu tarihte de merak edilmiş ve üzerinde çok şeyler söylenmiştir. Ama bu söylenenlerin bir kısmı Kur’an merkezli, bir kısmı da yorum merkezlidir. Bazı âlimler Âdem aleyhisselamın çıkarıldığı cennetin ahirette müminlere vaad edilen ebediyet yurdu olan cennet olduğunu savunmuşlardır. Bazı âlimler de -kelimenin sözlük anlamından yola çıkarak- bu cennetin bir bahçe olduğunu ve bu bahçenin de dünyada olduğunu söylemişlerdir. Konuyla ilgili ayetleri değerlendirdiğimiz zaman bu cennetin dünyadaki bir bahçe olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıda konuyla ilgili bilgiler ve deliller verilmiştir.
Delil 1: Âdem (a.s) Dünyadan (Yani Çamurdan) Yaratıldı
Taha 53-55: O, yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette ayetler vardır (Ey insanlar!) Sizi ondan (yani yeryüzünden) yarattık, sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.
(Bu ayet tek başına bile insanın dünyadan (yani dünyaya ait bir parçadan yani çamurdan) yaratıldığını gösterir. Dünyada yaratıldığını ise Hicr 28-29 ayetleriyle Bakara 30-34. ayetleri birlikte okuduğumuzda anlıyoruz)
Nuh 17: “Allah, sizi yerden bitki bitirir gibi bitirdi (yarattı.) Sonra sizi yine oraya döndürecek ve kesinlikle sizi (yeniden) çıkaracaktır.”
Hicr 33: İblis dedi ki: “Ben, süzme çamurdan, şekillenmiş kokuşmuş balçıktan yarattığın insan için saygı ile eğilemem.”
Yaratılıştan bahseden ayetlerde geçen “tın’in lazib” (cıvık yapışkan bir çamur) , Hamein mesnun (çirkin kokulu, kokuşmuş siyah çamur) gibi ifadeler dünyaya ait şeylerdir.
Âdem (a.s) Dünyada Yaratıldı
Hicr 28-29: Hani Rabbin meleklere demişti: “Ben, süzme çamurdan, şekillenmiş kokuşmuş balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhum’dan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.
Şimdi de şu ayeti okuyalım:
Bakara 30: Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halifelik oluşturuyorum” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi kılıyorsun?
Görüldüğü gibi ayetler aynı olayın iki farklı cephesini anlatıyor. Birisi insanın yaratılışı (kokuşmuş çamurdan) diğeri de yeryüzündeki konumu (halifelik). Bu iki ayette de muhatap melekler ve iki ayetin sonunda da meleklerin Âdem’e secde etmesi emrediliyor. Çamurdan yaratıştan bahseden birinci ayet inni halikun ile geliyor. İnsanın yeryüzündeki konumundan bahseden ikinci ayet inni cailun ile geliyor. Yani bu ayetler aynı olayı iki farklı yönden anlatıyor. Demek ki insan yeryüzündeki kokuşmuş çamurdan yaratılıyor ve yeryüzünde biri birine halife oluyor.
(Madem halifelik yerde olacaktı bu durum, halifeliğin selefi olan Âdem’in de yerde yaratıldığını bildirir. Çünkü Allah teala yeryüzünde bir halifelik oluşturacağını söyledikten birkaç ayet sonra şöyle buyurur:
Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete (bahçeye) yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”
Yani yeryüzündeki halifelikten bahsettikten sonra halifeliğin ilk halkaları olan Âdem ve Havva’ya cennete (bahçeye) yerleşin demiş ve onların imtihan konularını bildirmiştir. Elbette bu akış Âdem aleyhisselamın cennetinin halifelik mekânı olan dünyada bir bahçe olduğunu bildirir.)
Şu ayet bu konuda da delildir:
Nuh 17: “Allah, sizi yerden bitki bitirir gibi bitirdi (yarattı.) Sonra sizi yine oraya döndürecek ve kesinlikle sizi (yeniden) çıkaracaktır.” (Dolayısıyla dünyadan biten şey dünyada biter.)
Bu konuyla ilgili aşağıdaki ayetlere de destekleyici delil olarak bakabiliriz:
Araf 29: Sizi ilkin yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.
(Bizim dirilişimizin de Âdem aleyhisselamın ilk yaratılışı gibi olacağına işaret ediyor. Biz dünyada dirileceğiz. Bu da Âdem’in dünyada yaratıldığını akla getiriyor.)
Rum 20: “O’nun âyetlerinden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yer yüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz”
(Yeryüzüne ilk yayılanlar Âdem aleyhisselamın nesliydi. Topraktan yaratılan da Âdem aleyhisselamdı.)
Bu konuda daha başka ayetler de vardır. Ama konumuz Âdem aleyhisselamın yaratılışı olmadığı için bu kadarla iktifa ediyoruz.
“Âdem aleyhisselam dünyada yaratılmadı” diyenlerin veya “Evet Âdem yeryüzünde yaratıldı ama sonradan cennete yükseltildi, çıkarıldı” diyenlerin ise her hangi bir delilleri yoktur. Tek hareket noktaları “Allah istese yapamaz mı?” sözü (bu sözün değerlendirilmesi en sonda verildi) ve bazı teorilerdir. Eğer Âdem aleyhisselam yeryüzünde yaratıldıktan sonra cennete yükseltildiyse bu neden Kur’an’da bildirilmedi? Bahçeden kovulması zikrediliyorsa ahiretteki Cennete yükseltilmesi zikre daha layık değil mi? Ve neden ayetler ahiret cennetini her yönden tasvir etmesine rağmen “ilk yurdunuz” diye nitelemiyor. Aksine cennetin “son durak” olduğu ayetlerle sabittir. ( Bkn: Furkan 15, Ra’d 24) Malumdur ki ahiret cennetinin anlatıldığı ayetlerin hiç birinde Âdem aleyhisselamın olayına atıf yoktur. Eğer Âdem aleyhisselamın malum olayı ahiret cennetinde cereyan etseydi cenneti anlatan ayetlerde buna atıf olmaz mıydı?
Delil 2: Âdem aleyhisselam ahiretteki cennetteydi diyenlerin delillerinden biri şu ayettir:
Bakara 36: Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. (ve gulnehbitu)
Diyorlarki; “Bu ayette “inin” deniyor. Demekki cennetteydiler sonra dünyaya indiler.”
Halbuki bu “inin” ( Yani hbt) kelimesi Kur’anın başka ayetlerinde dünyadaki bir yerden başka bir yere inmeyi ifade etmek için de kullanılmıştır. Mesela;
Aynı surede;
Bakara 61: Siz (ise şöyle) demiştiniz: “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.” (O zaman Musa:) “Hayırlı olanı, şu değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır’a inin (ihbituu mısran)….
Ve Hud suresi 48. ayette;
Ey Nuh” denildi. “Sana ve seninle birlikte olan ümmetler üzerine Bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in. (İhbit biselamin)
Demek ki Âdem aleyhisselam hakkında kullanılan “inin” kelimesi dünyadaki bir yerden başka bir yere inmek için de kullanılıyor. O halde “Ahiretteki cennetten dünyaya indirildiler” görüşüne bu ayet delil olmaz.

Delil 3: Kur’an-ı Kerim’de cennet kelimesi sadece Ahiretteki mükâfat yurdu olarak değil “dünyadaki bir bahçe” olarak da kullanılmaktadır. Bu şekilde yirmiye yakın ayet vardır. Aşağıya bu ayetlerden biri alınmıştır;
Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı (üzüm cenneti) vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk. Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: “Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm. Derken kendine zulmederek bağına (cennetine) girdi. Şöyle dedi: “Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum.” (Kehf 34)
Demekki Âdem aleyhisselam hakkında kullanılan “cennet”in illa ahiretteki mükâfat yurdu olması gerekmez. Kur’an dünyadaki bahçelere de cennet demektedir. Zaten cennet arapçada bitki örtüsü, bahçe anlamına gelir.
(Kur’an’daki dünya bahçesi anlamındaki ayetlerden ikisi lam-ı tarifle gelmiştir. Bu ayetler karşı görüşü savunanların delilleri incelenirken verilecektir.)

Delil 4: Âdem aleyhisselamın içine konduğu cennet (bahçe)nin özellikleri ahirette müminlere verilecek cennetin özelliklerine hiç benzememektedir. Konuyla ilgili aşağıya birkaç ayet verilerek yüzeysel bir karşılaştırma yapıldı;
(Bakara 82) İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. Cennet ayetlerinin hemen hemen tamamında şart “iman edip iyi işler yapmak”tır. Âdem aleyhisselam hangi iyi işi karşılığında cennete konmuştu. Ayrıca cennet ebedidir hâlbuki Âdem aleyhisselama orada süresiz kalacağı söylenmemiş hata yaparsa çıkarılacağı söylenmiştir. Hatta şeytan Âdemi kandırırken “bu ağacın meyvesinden yersen burada ebedi kalırsın” demişti.
Demek ki Âdem aleyhisselamın girdiği cennet ahiretteki ebedi kalınacak cennet değildi.
(İnsan 24) Onlara şöyle denecektir : «Şüphesiz bu sizin için bir mükâfattır. Çalışma ve çabanız makbul görülmüştür»
Âdem aleyhisselam hangi çalışmayı yapmıştı da mükâfat olarak ahiret cennetine konmuştu?
(Maide 119) Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.
Cennete girenler cehennemden kurtulmuş olurlar. Âdem aleyhisselam neden kurtulmuştu. Ayrıca Âdem aleyhisselam için (Şeytan sakın seni bu cennetten çıkarmasın sonra mutsuz olursun) deniyor. (feteşka)
(Araf 49) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun olmayacaksınız.
Hâlbuki Âdem aleyhisselamın hem ölüm korkusu vardı, hem cennetten çıkma korkusu vardı hem de cennetten (yani o bahçeden) çıkarılınca mahzun olmuştu.
(Yunus 10) Oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır. Hâlbuki Âdem aleyhisselam girdiği cennette (bahçede) selamet yoktu. Çünkü onu şeytan sürekli vesveseleriyle rahatsız ediyordu.
(Ra’d 24) Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel.
Ahiretteki cennetten “yurdun sonu” diye bahsedilmektedir. Hâlbuki Âdem aleyhisselam o bahçeye henüz yurdun başında girmişti.
(Hicr 46) Oraya esenlikle ve güvenlikle girin.
Âdem aleyhisselam bahçesinde güvende değildi. Her an çıkma tehlikesi vardı. Nitekim korktuğu da başına geldi.
(Hicr 48) onlar ordan çıkarılacak değildirler.
Hepimizin bildiği gibi Âdem aleyhisselam bahçesinden çıkarılmıştı.
(Meryem 63) Onda ‘boş bir söz’ işitmezler.
Hâlbuki Âdem aleyhisselam bahçesinde geç boş sözü o kadar çok yalan söz işitiyorduki şaytan tarafından.
(Furkan 15) Ki onlar için bir mükâfat ve son duraktır. Âdem aleyhisselamın bahçesi ne mükâfattı ne de son durak. İmtihandı ve ilk duraktı (Veya başlangıç noktasıydı)
(Zuhruf 71) Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var.
Hâlbuki Âdem aleyhisselamın bahçesinde canı çekmesine rağmen bir ağaç yasaktı.
(Rahman 70) Orada huyları güzel, yüzleri güzel kadınlar vardır.
Âdem aleyhisselamın bahçesinde hizmetçiler, huriler yoktu. Sadece eşi Havva annemiz vardı. Bir de şeytan.
(Vakıa 25) Orada, ne ‘saçma ve boş bir söz’ işitirler, ne günaha sokma.
Ahiretteki cennette günaha sokma yoktur. Çünkü şeytan yoktur. Âdem aleyhisselamın cennetinde hem günaha sokma vardı hem şeytan hem de boş ve yalan söz.
(Fecr 30) Ey tatmin bulmuş nefis…… Cennetime gir.
Âdem aleyhisselam melek olmak veya ebedi yaşam arzusuyla yasağı çiğnemişti. Demek ki nefsi verilenlerden tam tatmin olmamıştı çünkü orası ebedi cennet değildi. İnsan nefsini ancak ebedi cennet tatmin edebilir.
Bunlara benzer daha pek çok ayetler vardır. Demek ki Âdem aleyhisselamın girdiği cennet ile ahiretteki ebedi cennet arasında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur.
Delil 5: Şeytan Allah tealaya isyan edince kınanıp alçaltılarak kovulmuş ve cehenneme gireceği söylenmişti. Kovulan bir alçağın ahiret cennetinde işi neydi? Şeytanın cennete girdiğini söylemek çelişkidir. Kur’an’da ise çelişki olmaz. Bazı eski gafil hikâyeciler şeytanın gizlice cennete girdiğini söylerler ki bu tam bir küfürdür.
Andolsun, senden ve içlerinde sana tabi olacak olanlardan tümüyle cehennemi dolduracağım (Sad 84)
Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım (Araf 18)

Delil 6: Orada kan dökecek ve fitne çıkaracak birini mi oluşturuyorsun? (Bakara 30)
Allah teala insanı yaratacağını söylediğinde melekler “kan dökmek ve fitne çıkarmak”tan bahsetmişlerdi. Hâlbuki ahiret cennetinde ne kan dökmek vardır ne de fitne çıkarmak vardır. Bilakis selamet yurdudur orası. (Krş. Hicr 28-29, Bakara 30…35)

Delil 7: Allah Teâlâ insanları ve cinleri imtihan için yarattığını açıkça bildirmiştir. İnsanların imtihanı Âdem aleyhisselamla başlamıştır. Cinlerin imtihanı ise daha önceden başlamıştı. İlgili ayetleri aşağıya yazıyorum:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat 56)
O, amel bakımından hanginizin daha iyi olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. (Mülk 2)
Demek ki Âdem aleyhisselam da iblis de imtihan için yaratılmıştı. İmtihan için yaratılan Âdem’in imtihan sonunda imtihanı kazananlara verilecek olan cennete daha imtihan başlamadan sokulması ne ile açıklanabilr acaba? Bundan daha tuhafı, Âdem aleyhisselamdan önce imtihanı başlayan iblisin imtihanı kaybetmesine rağmen ve Allah tarafından kovulmasına ve cehennemlik olduğu açıkça söylenmesine rağmen ikram yurdu olan cennete girdiğini iddia etmek sanırım bir cinnet olsa gerek. Üstelik -bazı eski hikayecilerce- bunun gizlice olduğunu söylemek????? (Yani -haşa- Allah’tan habersizce)?????
Delil 8: Ahiretteki ebedi Cennet yurdunun şartları ile bu dünya şartlarının çok farklı olduğunu ayet ve hadislerden biliyoruz. Orada ölüm yok, hastalık yok, yaşlılık yok, bıkkınlık yok, yalnızlık yok, Allah’ı görme var, meleklerle konuşma var… Dolayısıyla insan vücudu da bu dünyadakinden farklı olacaktır. Ama dünya için yaratılan vücut yukarıdaki özelliklerin hiç birini taşımaz. Âdem aleyhisselam ile ilgili ayetlere baktığımızda ise onun vücudunun dünyaya ait özellikler taşıdığını anlıyoruz. Âdem aleyhisselam dünyada yaratıldıysa -ki ayetlere göre öyledir- cennete çıkarılırken vücut mu değiştirmişti? Yok, cennette yaratıldıysa tebdil-i kıyafetle mi gelmişti dünyaya?
Aşağıdaki âlimler de Âdem aleyhisselamın çıkarıldığı cennetin dünyadaki bir bahçe olduğunu düşünmüşlerdir. (Gerçi bu bir delil değildir ama bazı insanlar delillerden ziyade kişilerin düşüncelerine önem verdiği için bunu ekledim)
Müfessirlerden Ebu’l-Kasım el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî Âdem aleyhisselamın cennetinin dünyadaki bir bahçe olduğunu söylemişlerdir. (Fahru’d-din Razi)
Ayrıca Ubey b. Ka’b, İbn Abbas, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife, Maturidi de Âdem aleyhisselamın konulduğu cennetin dünyadaki bir bahçe olduğunu söylemişlerdir. (bk. Hadi’l- Ervah, İbn Kayyım el-cevziyye, Dımaşk sayfa 25) (Bu bilgi Mustafa İslamoğlunun gerekçeli mealinden alınmıştır.)
Âdem Aleyhisselamın Çıkarıldığı Cennetin Ahiret Cenneti Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri:
1. Cenâb-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. (Araf 24)
Bu ayette geçen “inin” kelimesini Cennetten dünyaya inin olarak yorumlamışlardır. Bu konuyla ilgili delillerimiz yukarıdaki DELİL 2 bölümünde anlatıldı.
2. Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın. (Taha suresi 118-119.)
Bu âyetlerde Hz. Âdem’in yerleştiği Cennet’in anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olarak mü’minlere va’d edilen cennet’e aid niteliklerdir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem’in iskân edildiği Cennet, ahirette müminlere va’dedilen cennet’tir.
Bu ayeti kısaca değerlendirelim:
Bu ayet Âdem aleyhisselamın konduğu cennetin ahiret cenneti değil dünyadaki güzel bir bahçe olduğuna açık bir delildir. Bir kaç madde halinde arz edeyim.
a.) Ayette Âdem aleyhisselamın mutsuz, bedbaht olacağının bildirilmesi gideceği yere nisbetledir. Âdem aleyhisselam o bahçeden çıkarılınca Arabistan’ın kızgın çöllerine gönderilmişti. Çünkü yine Kur’an’dan biliyoruz ki Kâbe yeryüzünün ilk inşa edilmiş binasıdır. Yani onu Âdem inşa etmiştir. “inne evvele beytin vudia linnasi lellezi bibekkete” Yani Âdem aleyhisselam; suyu hazır, yiyeceği hazır, giyeceğini de kolayca bulabileceği her şeyiyle yaşamaya hazır bahçeden Arabistanın yakıcı kumlarına düşünce elbette böyle uyarılırdı. Çünkü güzel hazırlanmış bir bahçe insanı güneşten korur, susuz kalmaz (çağlayanları olur çünkü), acıkmaz ve orada çokça yaşayan hayvanlar sayesinde aç ve açıkta kalmaz. Yani bu dünya bahçeleriyle bile kolayca anlaşılacak bu ayet Âdem aleyhisselamın cennette iskân edilmesi gibi önemli bir olaya delil olmaz.
Özetle; Âdem aleyhisselamın mutsuzluğu, böyle her şeyiyle hazır bir bahçeden çıkarılıp zor şartlar altında yaşamak zorunda kalacağı çöl şartlarının mutsuzluğudur. Elbette insan çok güzel ve her şeyiyle hazır olan yüksek bir bahçeden kaynar çöle düşünce çok zahmet çeker, mutsuz olur. Zira burada su yok, yiyecek bulmak çok zor, güneş kavurur, doğru dürüst bir hayvan yok ki giyim kuşam elde etsin.
Aşağıda da “bu ayete göre o bahçenin ahiret cenneti olamayacağının” delilleri var.
b.) Ayrıca bu ayette “şeytanın çıkarmasından” bahsediliyor. Bu da tamamen dünya hayatına işaret ediyor. Çünkü ahirette yegâne malik Allah Teâlâ’dır. Ondan başkası ne izinsiz aykırı konuşabilir ne de aykırı bir iş yapabilirler. Ama dünyada Allah Teâlâ iblise ve şeytanlaşmış insanlara mühlet vermiştir. Her türlü melaneti yapabilme imkânları vardır. Böylece çoğu insanı sapıtır ve nimetlerden mahrum ederler. Böylece insanları huzurlu bir hayattan huzursuz bir hayata çıkarırlar.
Madem bu ayetlerdeki özellikler cennete hamlediliyor. Peki, cennette ölüm var mı ki şeytan Âdem’i ölümle korkutuyor ağacın meyvesini yerse ebedi yaşayacağını söylüyor? Cennette zaten ebedi yaşanmayacak mı?
Cennette şeytan var mı? Cennette yalan var mı? Cennet selamet yurdu değil midir? Oraya girenin ne imtihanı olur ne düşmanı ne de oradan çıkarılma tehdidi ve korkusu. Bunlar tamamen bu dünyaya ait şeylerdir. Âdem aleyhisselamın bahçesi ile ebedi cennetin karşılaştırılması yukarıdaki Delil 4 bölümünde yapıldı.
Ayette geçen ifadeleri biz günlük hayatta bile kullanırız. “Aç değil açık değilsin içinde bulunduğun nimetin kıymetini bil” deriz. O halde ayette geçen ifadeler Âdem aleyhisselama verilen bahçenin güzelliğine ve içinde bulunduğu konumun rahatlığına işaret eder.
Evet, Âdem aleyhisselamın durumunda cenneti hatırlatan üç-dört ifade var. Ama bu ifadeler dünya bahçeleriyle bile kolayca açıklanabilir. Hâlbuki Âdem aleyhisselamın içinde bulunduğu durumun cennetle asla bağdaştırılamayacak 10-15 sebebi var. Bunlar yukarıda Delil 4 kısmında karşılaştırıldı. O halde ayetlere Kur’an bütünlüğünü bozmayacak şekilde anlam vermek zorundayız.
3. Cennet” lafzındaki umum ifade etmeyen elif ve lam (lam-ı tarif) dir. Çünkü bütün cennetlerde birden yerleşmek imkânsızdır. Bundan dolayı bu cennetin, daha önce zikredilmiş olan belli bir cennet olarak anlaşılması gerekir. Müslümanlarca bilinen, belli olan cennet ise sevab yurdu olan cennettir. Binaenaleyh ayetteki “cennet”i bu manada anlamak gerekir.
Bu da kuvvetli bir delil değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ahiret cennetiyle ilgili olan pek çok ayet elif lamsız gelmiştir. (Bakara 25, Ali imran 15, Nisa 122……) Pek çoğu da elif lam ile gelir. Dünyadaki bir bahçeden bahseden Kalem 17 ve Kehf 33. ayetlerinde de cennet kelimesi elif lam ile gelmiştir. Bu durum bu delili zayıflatmaktadır. Elbette bu ayetlerin elif lamlı olup olmaması dil yönünden önemli ayrıntı ve anlamlar ifade eder, bu şüphesiz. Ama bu anlamın ne olduğunu tesbit ederken Kur’an bütünlüğünü bozmamak ve ayetleri kendi aralarında çelişki oluşturmayacak şekilde anlamlandırmak zorundayız. Zira Kur’an’da çelişki zaten yoktur. Ama bazen çelişki bizim yanlış veya eksik anlamamızdan kaynaklanabiliyor.
4. Yine bazı haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem’i Cennet’te yaratmıştır.
Bunun hiçbir sağlam delili yoktur. Bu tamamen bir kurgudur. Çünkü Allah teala Nuh suresi 17. ayette: “Allah, sizi yerden bitki bitirir gibi bitirdi (yarattı.) Sonra sizi yine oraya döndürecek ve kesinlikle sizi (yeniden) çıkaracaktır.” buyuruyor. Bu ayet bütün bu hayalleri silip atıyor. Ayrıca bak. Delil 1.
SONUÇ
Malumunuz Kur’an-ı Kerim insanların bir takım iddiaları karşısında pek çok ayetinde “delilinizi getirin bakalım” diye davalarını isbat etmelerini istemektedir. Böyle ayetler pek çoktur. Bunlara sadece bir örnek verelim:
De ki: “Kesin delilinizi getirin. İşte benimle beraber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabı.” (Enbiya suresi 24)
Yani Allah teala bir iddia ortaya atanlardan kitabi bir delil istemektedir. Yine O şöyle buyurmuştur: “Qul: felillahil huccetul baliğa” (Enam 149)
Fakat malesef biz müslümanların bir alışkanlığımız vardır. Önce sağlam bir delile dayanmadan bazı teoriler, düşünceler öne atarız. Sonra “Alah’ın buna gücü yetmez mi? Alllah istese böyle yapamaz mı?” diye mantık yürütürüz. Elbette ki Allah tealanın her şeye gücü yeter. Ama Allah’ın gücüyle delil getirilmez. Allah tealanın bir sistemi vardır. O sisteminin (sünnetinin) kesinlikle değişmeyeceğini onlarca ayette defalarca bildirmiştir. Sistemini de bize kitabında anlatmıştır. Örneğin Allah istese bir peygamberini cehenneme atabilir mi? Allah’ın buna gücü yetmez mi? Elbette Allah’ın her şeye gücü yeter ama O böyle yapmaz. Çünkü O sünnetinde değişiklik yapmaz. Kendine kulluk edenleri cennetiyle ödüllendireceğini bize bildirmiştir. Allah’ın bildirdiği bu apaçık gerçeğe rağmen hiç bir delile dayanmadan tamamen “Allah istese yapamaz mı” mantığıyla hareket ederek bir peygamberin cehenneme gideceğini iddia etmek ne kadar abestir. Ne kadar usülsüzlüktür. Bu meselede sınırlar o kadar aşılmış ki; Allah tealanın “şunu kesinlikle yapmam” dediği konularda bile çeşitli hayallere dalınmış, kafadan hükümler verilmiş, delil olarak da “Allah istese yapamaz mı” denmiştir. Bunun pratikte ve gerçek hayatta çok örneği vardır. Ama konumuzu dağıtmamak, mecrayı değiştirmemek açısından yukarıdaki hayali örnek yeterli.
Bizim konumuzda biraz buna benziyor. Yukarıdaki verdiğim ayetlerde Allah Teâlâ apaçık olarak Âdem aleyhisselamı dünyada yarattığını bildirmiştir.
İnsanı kendine kulluk için yarattığını da biliyoruz.
Dünya hayatının da imtihan hayatı olduğunu ayetlerden biliyoruz.
Cennetin ise ödül yeri olduğunu yine ayetlerden biliyoruz.
Zalimlerin cennetin kokusunu bile alamayacaklarını yine ayetlere göre biliyoruz.
Kur’anda “Cennet” kelimesinin sadece ahirette verilecek ödül yeri anlamında kullanılmadığını da ayetlere göre biliyoruz.
Bu kadar delile rağmen Âdem’in dünya için yaratıldığını sonra cennette misafir edildiğini sonra yeryüzüne gönderildiğini nasıl ve neye göre söyleyebiliriz?
Mehmet GÜNGÖREN
Din Kültürü Öğretmeni